Menü Kapat

YELKOVAN DİKENLERİ- Hikaye-

YELKOVAN DİKENLERİ

1988

Buz tutmuş Aktaş yokuşunda, elleri cebinde yürüyordu delikanlı. Gece epey yağmur yağmış, Ankara’nın ayazıyla buzlanan yollar cam gibi olmuştu. Rüzgarın kavurduğu yüzü mağrur, gözleri buğulu, adımları yavaştı. Dişlerini ne denli çok sıktıysa çenesi seğiriyordu. Üzerinde incecik bir ceket, dışarıda titretecek soğuk vardı. Fakat onun alnında boncuk boncuk ter…

“ Böyle olmaz genç! “ ses çok yakından gelince irkildi. Sabah ezanı okunmamıştı daha. Oysa bu saatte kendinden başka herkesin nasıl öylece uyuduğuna içerlemişti yol boyunca. Düzlüğe çıkan yolun kenarındaki ilk ev; bahçesinde altmışlarında bir adam duruyordu elinde odun parçalarıyla. Belli ki evin sobasını harlayacaktı. “Nasıl dayı?” hemen ne söyleyecekse söylesin de gideyim diye bekliyordu. Karşısında küfür etse bile kılını kıpırdatmazdı, öyle yorgundu. “Ellerini çıkar cebinden. Kayar da düşersen nasıl durduracaksın kendini teee şu yokuşta!” yaşlı adamın eliyle gösterdiği yolun sonuna baktı. Dakikalarca eli cebinde sendelemeden çıkmıştı buraya kadar. “Kimlerdensin? Adın nedir? Nereye gidersin bu saatte?” Adamın meraklı bakan gözlerine dikti gözlerini; “Kimseden değilim.” Adam mahcup bir ifadeyle bakınca pişman oldu. Tam konuşacaktı ki “Hepimiz Adem ile Havva’dan değil miyiz? Bende ki de soru işte.” deyince zoraki gülümsedi. “Adım Yusuf” dedi. Sonra elinin birini cebinden çıkarıp selam verdi “Selametle dayı”.

1987

“Yusuf! Oğlum biçer bizim tarladaymış. Motorun arkasına römorku tak da, biçilen ekini getir kapıya yığ!” Babası bahçeden seslendi eve doğru. Yusuf ayakkabılarını bile tam giymeden koşarak çıktı evden.

“Tamam baba.” Yusuf , Hacı Eşref’in en küçük çocuğuydu. Dört kızdan sonra Sadık, Sadık’tan sonra Yusuf olmuştu. Sadık askerdeydi. Bir zamanlar babasının yaptığı tüm işleri artık Yusuf yapıyordu. Hacı Eşref  yetmişine merdiven dayamış, romatizmalarla baş edemeyecek kadar çökmüştü.

Yusuf’un yüzü de adı gibi güzeldi. Köyün en yağız delikanlısıydı. İki kişinin zor kaldırdığı çuvalları tek başına kaldırır, sabah akşam demez çalışırdı. Ela gözlerinin değip de titretmeyeceği kız yoktu köyde. Ama o kimseye bakmaz, başı önde yürürdü hep. Çünkü onun da içini titretiyordu biri. Adı Seher; çocukluk arkadaşı, geçmişi, geleceği, hayalleri. Kendini bildi bileli, ağabeyi Sadık da Seher’in ablası Sevim’e sevdalıydı. Yusuf hep ağabeyiyle çifte düğün yapacağı günün hayalini kurar, “Ağam askerden bir gelsin hele” diye başlardı düşünceleri. İki günü kalmıştı Sadık’ın.

Yusuf, traktöre römorku takıp tarlaya gitmek için yola çıktı. Bu yıl tarlaları dolu vurduğundan mahsul pek iyi değildi. Ama yine de kimseyi açta açıkta bırakmayacak kadar vermişti Mevla.

Tarlanın girişinde traktörü durdurdu. Biçer ekini römorka akıtırken içi sızladı. İlk tohum attığı günden bugüne kadar geçen zamanı düşününce ürperdi. Aylar geçmişti. Bin bir emekle ekti, gübreledi, ilaçladı, damla damla ter akıttı tarlaya. Bütün emeği göz açıp kapayana kadar yüklenince römorka evinin  yolunu tuttu.

 Seher’in evinin önünden geçerken; yerinden fırlayıp çıkacak gibi atıyordu kalbi. Yavaşlatmak ister gibi, sağ elini göğsünün üzerine koydu. Titreyen sol eliyle direksiyonu tutuyordu. Gözleri, hemen ait olduğu yeri buldu. Bu durum hiç şaşmadan her gün yaşanırdı. Yusuf ne zaman geçse evlerinin önünden, Seher traktörünün sesinden tanır koşarak balkona çıkardı. Saniyeler sürerdi bakışmaları. Sorsalardı Yusuf’a ömrünün en güzel anlarıydı bu saniyeler. Dönemeçten geçince, bahçelerindeki ceviz ağacının arkasına düşüp kaybolurdu Seher. Hatta Yusuf bu ağaca kinlenip ne zamandır tövbe etmişti ceviz yemeye.  Kıvrımlı yol bitmiş, evin bahçesine gelmişti. Traktörü durdurup çevik bir hareketle atladı yere. Römorkun üzerini örttü; olur ya yağmur yağıp ekinleri ıslatmasın diye. Sabah ilçeye götürüp satacaktı.

Sabah ezanıyla beraber, köyün üzerine örtülen ölü toprağı da kalkmıştı. Horozlar ötüyor, kuşlar cıvıldıyor, traktörlerin motor sesleri yavaş yavaş duyuluyordu. Yusuf da erken uyanmış, kıyafetlerini giymiş, annesinin pişirdiği bazlamayı yiyordu. Babası uyku mahmurluğunu üzerinden atamamış bir sesle; “Seninle geleyim mi oğul? Dizlerimin de pek tadı yok ama gel dersen güç bela gelirim” dedi. Son lokmasını ağzına atan Yusuf, iki ucunu dizlerine çektiği sofra bezini üzerinden kaldırdı. Annesi pencerenin önüne oturmuş, dışarıyı izliyor, babası Yusuf’un ne diyeceğini merak ederek bakıyordu. “Eline sağlık ana. Ben giderim baba, lüzumu yok. İstirahat et sen. Haydi Allah’a emanet!” deyip çayından son bir yudum alıp yavaşça oturduğu yerden kalktı.

Güneş iyice kızdırdığından hayvanlar ağaçların gölgesine sığınmıştı. Yusuf iyice bir fiyata ekini satmış, dudaklarında ıslıkla ilçenin ana caddesinde yürüyordu. Birazdan berbere gidecek, traş olduktan sonra berberin ısmarladığı kahveyle  kendini ödüllendirecekti. Hiç ummadığı bir şey oldu. Bütün güzelliğiyle Seher yolun karşısındaydı. Gözlerini kısarak iyice baktı ; hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamak ister gibi. Gerçekti. Seher annesiyle kumaş satan bir dükkanın önünde, vitrindekileri inceliyordu. Güneşin terletemediği Yusuf’un alnından boncuk boncuk ter akmaya başladı. Yine kalbi haddinden fazla hızlanmıştı. Alnını elinin tersiyle silip derin bir nefes aldı. Ne yapsam da o da beni görse diye düşünürken gözleri buluştu birden. Yutkundu.

 Öyle güzel bakıyordu ki Seher, sanki dünyada Yusuf’tan başka kimse yok.. Belli belirsiz  gülümsedi. Seher’in annesi dükkana girince, Yusuf adımlarını hızlandırdı. Kalbi ağzında attığı yetmiyormuş gibi, avuçları da yanıyordu. Yanında durup konuşması mümkün değildi. Köyden biri görse laf söz olurdu. “Ama yanından geçmek de yeter” diye geçirdi içinden. O yaklaştıkça Seher gözlerini kaçırdı. Tam yan yana gelmişlerdi ki, Seher’in elindeki poşet yere düştü. Yusuf kaldırmak için bir an eğilince, Seher’de eğildi; “Saat üçte, Dikili Taş’ın arkasında”. Cümlesi biter bitmez poşeti hızlıca kavrayıp annesinin girdiği dükkana girdi. Herşey bir kaç  dakika içinde olmuştu. Afalladı Yusuf. Eğildiği yerden yavaşça doğruldu. Kolundaki saate baktı, on iki. Berberin tam ters istikametinde park ettiği traktörüne yöneldi. Sanki bir yere yetişmeye çalışır gibi koşar adım yürüyordu.

Tarlalar köyün çok kıyısında kalıyordu. Kimsenin yürüyerek buraya kadar gelmeye gözü kesmezdi.Burada, İstanbul’a göç ettikten sonra yıllardır uğramayan köylülerden birinin tarlası vardı. Bu tarlaya kimse ayak basmamış diye düşündü Yusuf. Dikenler insan boyuna çıkmıştı. Tarlanın kenarında,  uzunca bir taş olduğundan, Dikili Taş diyorlardı. Sırtını bu taşa yaslamış epeydir bekliyordu. Erkenden gelmişti. Yüzündeki tebessüm, Seher’i beklemenin ona ne denli haz verdiğinin kanıtıydı. Çıtırtılar gelince ayaklandı. Seher koşarak yanına gelince ne yapacağını şaşırdı. Koşmaktan al al olmuştu yanakları. Yusuf’un gözlerine baktı. Gözleri dolu doluydu. “Seher!” dedi telaşla. Gözlerini kaçırınca korkuyla sordu “Ne oldu?” Hava o kadar sıcaktı ki, kurt kuş hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Yalnızca Yusuf’un sert soluğunun sesi duyuluyordu. “Ağabeyinin kaç günü kaldı Yusuf?” Seher’in sorusuyla şaşakaldı. “Yarın gelecek Allah izin verirse. Ne oluyor söylemeyecek misin?” Yusuf’un ne düşündüğünü anlamaya çalışıyor gibi yüzüne iyice baktı. “Üç gün sonra ablamı istemeye gelecekler.” Sesi çatallaştı. “Babam verecekmiş.”

 Yusuf, ayağının altından kayar gibi olan toprağa baktı. Sonra Seher’in yüzüne. Zihnine hücum eden herşeyi susturup yarın aynı saatte, aynı yerde buluşmaya sözleşerek ayrıldılar.

Yusuf sabaha kadar uyuyamamış, zonklayan şakaklarını ovarak sabahı zor etmişti. Annesi erkenden kalkmış, oğlu askerden gelecek diye güzel bir sofra kurmaya başlamış; babası daha uyanmamıştı.

Bahçe kapısının kapanma sesiyle yerinden fırladı Yusuf. İçinden öyle çok duygu taşıyordu ki. Ayakkabılarını giymeden, yalın ayak koştu ağabeyini görünce. Sadık, kardeşi boynuna sarılır sarılmaz bastı kahkahayı; “Ağlıyor musun ulan! Kalıbından utan.”

O da kardeşini çok özlemişti. Ablaları ayrı ayrı köylerde gelindi. Yılda bir kez ya görür ya görmezlerdi. İki erkek kardeş hep bir arada olduklarından, aralarında kuvvetli bir bağ vardı.  Hatta Sadık, canından çok kardeşini severdi. Daha çok küçüklerken Yusuf’u köyün kuduz köpeği kovalamıştı. Yusuf hem ağlıyor, hem “Ağabey beni kurtar!” diye bağırarak kaçıyordu. Sadık koşup onlara yetişince köpeğin üstüne atlamıştı, Yusuf kaçıp kurtulabilsin diye. Kuduz olup günlerce hastanede yatmıştı ama bir kez bile Yusuf’a o günle ilgili bir şey dememişti.

Gözlerini silerek ağabeyinden uzaklaşınca Sadık’ın içine kurt düştü. Yusuf’da bir hal vardı. “Anam babam nerde?” dedi korkuyla. Evi gösterdi Yusuf. Koşar adım eve girdiler.

Saat üçü yirmi geçiyordu. Yusuf dikili taşın etrafında bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Hafif hafif esen rüzgarın salladığı dikenlerin üzerinde ellerini gezdiriyor, bir taraftan da yola bakıyordu. Seher daha gelmemişti. Bir şey mi oldu diye düşünmemek için dişlerini sıkıp acısını hissetmeye çalıştı. Ağabeyine hiçbir  şey diyememişti. Bugünü bir atlatsın, herşeyi diyecekti. Seher’in koşarak geldiğini görünce, ona doğru yürüdü. Titreyen ellerini saklamaya çalışan Yusuf, soluk soluğa tam karşısında duran Seher’e baktı. Yusuf tam konuşmaya başlayacaktı ki, Seher “Sadık ağabey gelmiş. Konuştun mu?” dedi.

“Yarın konuşacağım.” deyince şaşkınlıkla baktı Yusuf’a.

“ Daha askerden yeni gelmiş adama ne deseydim Seher?  İki gün sonra sevdiğini başkasına ver..” cümlesini bitiremeden öfkeyle gözlerini kapattı. “Ben halledeceğim! Sen doğruca eve git.” Halledecekti halletmesine ama nasıl?

Seher, hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Gözlerini açınca Yusuf, buluştu gözleri Seherin gözleriyle.

“Her şey geçer Yusuf. Geçmeyecek tek bir şey biliyorum; sevda. Bütün bunlar elbet çözülür, inanıyorum ben. En çok da sana… ” Eliyle tarlayı kaplayan dikenleri gösterdi; “Bu yelkovan dikenleri şahit olsun! Seni asla yalnız bırakmam Yusuf. Her ne düşünürsen düşün, her ne yaparsan yap! Ben senin bahçendeki seherim; tan yerim sen olmadan ağarmaz!”

Seher sözünü bitirir bitirmez hızlı adımlarla yanından uzaklaştı. Yusuf yavaş hareket ediyor, Seheri gözüyle takip edebileceği mesafede, uzaktan yürüyordu. Biraz önce duyduğu her kelime mıh gibi işlemişti yüreğine.

Köyün etrafında o kadar çok yürümüştü ki Yusuf, gece eve gelip sedire kendini atınca anladı ne kadar yorulduğunu. Başını geriye yaslayıp düşüncelerinin tekrar zihnini kuşatmasını bekliyordu.

 “Anlatmayacak mısın?” Ağabeyinin sesiyle aniden yerinden sıçradı. Karanlıkta hiç dikkat etmemişti ama oturduğu yerin karşısındaki sedire sermişti ağabeyi yatağını. “Neyi?” dedi sanki anlamamış gibi “Hem neden uyumadın ki sen daha. Yerini mi yadırgadın?” dedi konuyu dağıtmak ister gibi. “Bunca saat nerdeydin Yusuf?” ağabeyinin sesinde meraktan çok korku vardı. Yusuf çaresizliği hiç bu kadar çok iliklerine kadar hissetmediğini fark etti. Kendine ne kadar yediremese de ağlamak istiyordu bu çaresizliğine. “Ağabey…” diye başlamıştı ki cümleye bahçe kapısının tiz gıcırtısı duyuldu. Daha ne olduğunu anlamadan usul usul çaldı kapı. Sadık koşarak gitti kapıya doğru, ardından da Yusuf. Sevim, bir taraftan ağladığını gizlemek ister gibi hızla yaşları eliyle siliyor, bir taraftan da hiç gözünü kırpmadan Sadık’a bakıyordu. Sadık en son askere gitmeden önce görmüştü Sevim’i. İki yıldır yüzü bir an olsun çıkmamıştı aklından. Siyah iri gözleri, al al yanakları… O kadar çok sarılmak istiyordu ki. Değil sarılmak, bir kez bile elini tutmamıştı Sevim’in. Kapıldığı büyüden çıkmak için gözlerini birkaç kez kırpıştırıp kapıyı sonuna kadar açtı. Sevim ürkek ürkek girdi içeri, arkasından başı önde ağır adımlarla Sadık… Yusuf ağabeyine söylememenin pişmanlığı bir taraftan, şaşkınlığı bir taraftan uyanıp bir açıklama bekleyen anne babasına öylece bakakalmıştı evin girişinde. Hiç bir şey demeden yanlarından geçerek ağabeyinin yanına gitti.

Saatler geçmiş bir çözüm yoluna varamamışlardı. Annesi ve babasına kalsa, hemen kızı götürüp evine bırakacaklardı. Sevim de geldiği için mahcup olmuş, “Hiçbir şey düşünemedim, yarın geliyorlar deyince korkup geldim, izin ver gideyim Sadık.” diye yalvarıp duruyordu. Sadık’ın gözü kararmış, ne yapacağını şaşırmış halde öfkeyle evin içinde dört dönüyordu. “Ölsem seni o kapıya geri göndermem” dedi. Bir hışımla sedirdeki ceketini almıştı ki kapının gümbürtüsüyle geri fırlattı. Hep birlikte kapıya koştular. Sevim’in babası, ağabeyi, Seher ve jandarmalar…

Güneş yavaş yavaş yükselmiş, sabahın serinliği yerini sıcağa bırakmıştı. Yusuf bahçe kapısının eşiğinden hiç kalkmamış, kıpırdamadan saatlerce oturmuştu. “Kapıyı kapatıp gel gayrı!” Babasının sesini duymazdan geldi. “Sana diyorum Yusuf” başını kaldırıp önünde duran babasına baktı;  omuzları çökmüş, yüzüne çaresiz bir ifade oturmuştu. Gece olanlar, zihninde dolaşmayı bir an olsun bırakmıyordu. Şu kapıdan ağabeyinin çıkışı, jandarmaların zorla arabaya bindirmesi, Sevim’in babasından korkusuyla söylediği yalan… En çok canını yakan Seher olmuştu. Ablası, jandarmanın ‘kendi isteğinle mi geldin buraya?’ sorusuna “Hayır” deyince. Yusuf atılmıştı. Yalan söylediğini, kızın kendisinin geldiğini, Seher’in de şahit olduğunu söylemişti. Seher’in sesi çıkmayınca nasıl çaresizce dönüp ona baktığını hatırladı. Unutmak ister gibi sıktı gözlerini. “Ben hiçbir şey bilmiyorum” demişti. Hiçbir şey! Daha iki gün bile olmamıştı ağabeyi geleli. Bir hışımla kalktı Yusuf kapının eşiğinden. Koşar adım yürümeye başladı. “Nereye gidiyorsun! Boş evden mi çıkaracaksın hıncını oğul?!”  Dün jandarmalar Sadık’ı götürünce, Sevim’in ailesi de ilçeye oğullarının yanına gitmişti Yusuf’un korkusuyla. Yusuf’un değil babasını, hiçbir şeyi duyacak hali yoktu. Soluk soluğa kalmıştı Dikili Taş’ın yanına geldiğinde. Bir tekme savurdu taşa. Yetmedi. Bir yumruk, bir yumruk daha, bir daha… Olanları yediremiyordu kendine. Hınçla daldı dikenle kaplı tarlanın içine. Avuçlarının içine aldı dikenleri. Ağabeyinin jandarma aracına binerken bakışı geldi gözünün önüne. “Keşke koşup sarılsaydım.” diye geçirdi içinden. Hırsla çekti dikenleri kökünden. Avuçladığı dikenleri söküyor, bileklerine doğru ılık ılık akan kana aldırış etmiyordu. “Yelkovan dikenleri şahit olacakmış ha!” hem sürekli bunu tekrar ediyor, hem de hiç boşluk bırakmadan hepsini söküyordu.

Tarlanın sonuna gelince dümdüz olan tarlaya baktı geriye dönüp. Sonra ellerinden boşalan kana… Yere çöküp kaldı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayınca, sanki biri görecekmiş gibi, kendine yediremeyip elini yüzüne kapattı. Fazla bile dayanmıştı.

1988

Siteler’in talaş tozuna daha alışamamıştı Yusuf. Köyünü özlüyordu. Ağabeyi Ankara’daki cezaevine gönderilince, Yusuf da başını belaya sokmasın diye, buraya göçmüşlerdi. Hiç istemese de babasına karşı gelememişti. Siteler’de bir marangozhanede çalışıyordu. Bugün de mesai bitmiş, eve gitmeye hazırlanıyordu.

“Yusuf ağabey! Posta gelmiş sana.” kapıdan giren çırağın elindeki zarfa baktı.

“Kimdenmiş?” Omuzlarını yukarı kaldırıp ellerini iki yana açtı bilmiyorum der gibi. Yusuf zarfı alıp, marangozahanenin kapısına yöneldi. “Hayırlı akşamlar usta!” Kapıdan çıktığı gibi keskin soğuk yüzüne çarptı. Zarfın ön yüzünde bir şey yoktu. Arkasını çevirince cezaevinin damgasını gördü. Kaldırıma çöktü. Ağabeyi cezaevine gireli dört ay olmuştu. İki kez görüşüne gitmişti ama ağabeyi yanına gelmemişti. Anne babası her hafta gidiyordu ama Yusuf gitmeyi bırakmıştı. “Beni görmek istemiyor. Eziyet etmeye lüzum yok” diyordu kendince. Zarfa zarar vermek istemediğinden yavaşça açtı. Elleri titriyordu. Zarfın içindeki mektup değildi; fotoğraf göndermişti. Bütün heybetiyle karşısında duruyordu ağabeyi. Yüzünde mağrur bir ifade… Yusuf’un içi titredi. Hemen arkasını çevirdi fotoğrafın. Uzunca bir not yazılıydı. Korkuyla hemen zarfın içine koydu. Ayağa kalktı. Ne yöne gideceğini şaştı önce. Sonra evin tam tersi yönüne doğru önce hızlı, sonra yavaş adımlarla yürümeye başladı. Yağmur ince ince yağarken, ceketinin iç cebine koyduğu zarfı tekrar çıkarmaya cesaret edemiyordu. Saatlerce yürüdü nereye gittiğini bilmeden.

Gecenin ayazı içine işlemişti, öksürüğünü zoraki durdurarak, Cebeci Mezarlığı’nın nemli duvarına oturdu usulca. Yağmur kesilmişti. Eline aldığı zarfı açtı, bir süre tekrar ağabeyini inceledi. Sonra hızla çarpan kalbine aldırış etmeden fotoğrafın arkasını çevirdi.

O güzel el yazısıyla “Kardeşim” yazmıştı en başa. Derin bir nefes aldı Yusuf.

“Kardeşim…  İnan bana sana hiç kızmadım. Senin bir suçun yoktu, sen de kendine kızma. Bugün radyoda dinlediğim türküde şöyle diyordu;

‘Yazılan geliyor sağ olan başa
Beni hasret koydun kavim kardaşa
Katip arzuhalım yaz yare böyle.’

Haftaya görüşüme gelirsen ceviz getirmeni isterim. Beraber yeriz belki; şayet tövbeni bozduysan..

Selam eder, gözlerinden öperim. AĞABEYİN”

Rumeyse Katar

Bir yanıt yazın