Menü Kapat

Sanayiyle Derinleşen Yalnızlık: Makinelerle Gelen Sessizlik

Zahit BORAK

Yalnızlık bazen bir çölün ortasında değil, kalabalığın tam ortasında başlar. Bir zamanlar toprağı işleyen eller, artık makinenin kolunu indirip kaldıran uzantılara dönüşmüştür. İnsan, tarladan fabrikaya geçerken sadece işlev değiştirmemiş; ruhsal evini de geride bırakmıştır. Sanayi Devrimi, yalnızca üretim biçimlerini değil, varoluşsal deneyimlerimizi de dönüştürmüştür. Bu dönüşüm, insanın hem doğadan hem de kendi özünden biraz daha uzaklaşması anlamına gelir.

Jared Diamond’un Tüfek, Mikrop ve Çelik’te başlattığı tarihsel sorgulama, bizi tarımdan medeniyete; oradan da sanayiye taşır. Ancak bu ilerleme çizgisi, düz bir gelişim değil, aynı zamanda bir kopuşlar silsilesidir. Tarım, insanı nasıl ki doğaya bağladıysa; sanayi de, insanı doğadan koparmıştır. Buhar makineleriyle başlayan süreç, insanın kendi kas gücüne bile ihtiyaç duymadan var olabileceği bir dünya hayalinin ilk nüvesini taşır. Ancak bu hayal, aynı zamanda insanın kendi bedeniyle olan ilişkisinin zayıflamasıdır. İnsan, önce doğayı nesneleştirmişti; şimdi ise kendini nesneleştirmenin eşiğindedir.

Sanayi toplumu, bireye büyük şehirleri, kalabalık caddeleri, yoğun tren istasyonlarını ve sürekli çalışan makinelerin gürültüsü insanın kafasını dinleme ve bazen de yalnızlaşma ihtiyacı doğurur. Ne var ki bu kalabalıkların içinde birey, hiç olmadığı kadar sessizleşir. Çünkü bu yeni dünyada insan, yalnızca üretmesi gereken bir “çark dişlisi”ne indirgenmiştir. İş bölümü, uzmanlaşma, rasyonelleşme gibi kavramlar, bireyin hayatını düzenlerken, onun bütünlüğünü parçalar. Artık insan, yaptığı işle tanımlanır; kim olduğu değil, ne işe yaradığı, ne iş yaptığıyla anılır hale gelir.

Bu noktada, Marx’ın “yabancılaşma” kavramı devreye girer. İnsan, emeğini bir makinenin parçası haline getirdiği ölçüde kendi özünden uzaklaşır. Kendi yarattığı dünyada yabancılaşan birey, emeğine, topluma ve hatta kendi varlığına karşı kayıtsız hale gelir. Artık dokunmak, paylaşmak, birlikte üretmek gibi kadim değerler yerini bireysel rekabete ve üretkenliğe bırakır. Ve her birey, diğerini potansiyel bir tehdit ya da rakip olarak görmeye başlar.

“Yalnızlık, artık bir eksiklik değil; sistemin varsayılan ayarıdır.”

Şehirler büyür, binalar yükselir ama insanlar birbirlerine yaklaşmaz. Aksine, yükselen her gökdelenle birlikte, birey biraz daha izole olur. Teknolojik gelişmelerin sağladığı kolaylıklar, aynı zamanda yeni bir yalnızlık biçimi yaratır: Mekânsız, zamansız, yüzsüz bir yalnızlık. Sanayi sonrası kent insanı, binlerce insanın yaşadığı apartmanlarda, tek bir selamlaşma olmadan hayatını sürdürebilir. Çünkü işlevsellik, artık dostluktan daha kıymetlidir.

Üstelik bu yalnızlık yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ontolojik bir yalnızlıktır. Modern birey, artık ne yaptığı işi kendi olarak görür, ne de toplum içinde bir bütünlük hissi taşır. Sanayileşmenin yarattığı yabancılaşma, insanın kendi içine kapanmasına neden olur. Bu kapanış ise yalnızlıkla birlikte varoluşsal bir boşluk getirir.

“Sanayi, kas gücünü özgürleştirdi; ama ruhu zincirledi.”

İnsanın yalnızlaşma süreci, sanayiyle birlikte hızlanmış, kurumsallaşmış ve neredeyse norm haline gelmiştir. Şimdi, yalnız kalmak bir tercih değil, yaşam biçimidir. Her birey kendi odasında, kendi ekranında, kendi kulaklığında hayatı sürdürürken, başkalarının varlığı yalnızca bir arka plan gürültüsüdür. Bireyin “ben”liği, topluluk içindeki yansımasından değil, performatif kimliklerinden beslenir. Oysa kimlik, yalnızca görünmek değil, paylaşılmaktır.

Bugün, geçmişin kalabalık köyleri ya da imece usulü tarlaları sadece nostaljik bir anı değil, aynı zamanda insanın varoluşsal bütünlüğünü aradığı eski evlerdir. Modern insan o evleri terk etmiş, belki de artık geri dönmesi de mümkün değildir. Ama her yalnız bireyin içinde hâlâ o eski bütünlüğe dair bir özlem vardır. Ve bu özlem, bugün içinde yaşadığımız sanal, hızlı, hesaplı dünyada kendine gerçek bir yer bulamamaktadır.

“Sanayi, yalnızca makineleri değil; yalnız bireyleri de seri üretime sokmuştur.”

Bu cümle, modern çağın görünmeyen yarasına dokunur. Sanayi Devrimi, insanlık tarihindeki en radikal kopuşlardan birini yarattı. Toprağa bağlı üretim düzeninden koparak, makinelerin ritmiyle örülü bir dünyaya geçtik. Bu dönüşüm yalnızca ekonomik yapıları değil, varoluşsal temellerimizi de sarsmıştır. Üretim ilişkileri değişirken, insanın kendisiyle ve ötekiyle olan ilişkisi de dönüşüme uğradı. Ne var ki bu dönüşümün en derin yarası, iç dünyamızda açılmıştır.

Tüketim kültürü de bu yalnızlığın motor gücü oldu. Her birey, kendi tarzını, kendi “benzersizliğini” sergilemek için sonsuz seçenek arasında boğulurken, aslında sistemin önceden belirlediği sınırlı kombinasyonlar içinde dolanıp durdu. Seri üretilmiş bir benlik hissi, derinlikli bir kimliğin yerini aldı.

Bu farkındalıkla sormamız gereken soru şudur: Yalnızlıkla ne yapacağız? Onu yeniden bir içsel derinliğe, bir içe dönüş imkânına çevirebilir miyiz? Yoksa bu haliyle yalnızlık, bizi tek tipleştiren bir üretim bandının sonunda, “biriciklik” iddiası taşıyan kopyalar olmaya mı mahkûm edecek?

Sanayi yalnızca makineleri üretmedi. Bizleri de o makinelerin ritmine uygun şekilde kodladı. Ama belki de hâlâ o ritmi bozabilecek bir içsel sessizliğe, bir hakiki temasa, bir ortak varoluş imkânına sahibiz.

Çünkü her üretim bandı bir yerde durmak zorundadır. Belki de o durma anı, insanın yeniden insan olacağı ilk andır.

 

Bir yanıt yazın