Öykü:
MOR İNCİLİ YÜZÜK
İçindeki bitmek bilmeyen o huzur arayışına yenik düşmüştü yine. Elindeki çamur bulaşığına aldanmadan işini bitirip kollarını açarak rüzgâra karşı koştu. Ona benzeyen yerlerde olmak, kendini keşfetmesini sağlıyordu. Koştu koştu… Boğazında bir yumru oluşana dek koştu. Bu yumru ninesinin hasır sepetinde, kartona sarılmak üzere beklettiği arapsaçı yumaklardan biri gibiydi. Rüzgâr, elindeki çamur bulaşığını kurutuncaya dek koşmuştu. Çamur bulaşığı ellerini ovuşturunca yere dökülecek kıvama gelmişti böylece. Bacaklarındaki dermansızlığın onu yere serecek olduğunu anladığında uçuruma vardı neyse ki. Güçsüzlüğünü dağıtmak istercesine ve uçuruma benliğini ispatlarcasına bağırdı âdeta cılız sesiyle.
– Merhaba!
Ardından tekrar bir ses daha geldi.
– Merhaba!
Ağız dolusu koca bir kahkaha attı. Piliseli, hafif kabarık, yaprak yeşili eteğinin iki yanından tuttu. Sağ bacağını, sol bacağının önüne getirerek hafif eğildi ve şımarık bir şekilde gözlerini kısarak selam verdi uçuruma. “İşte benim uçurumum. Kardeş gibiyiz biz onunla.” diye geçirdi. Uçurum bir hayli dik, oldukça heybetli ve uçsuz bucaksızdı. Sanki ayaklarının altındaydı sonsuzluk Seray’ın. Hükmediyordu uçurum ağaçlara ve yüreğinin boşluğuna âdeta. Ve kuşlar uçurumdan öğrenmişti şarkı söylemeyi. Uçurum Seray’ın da öğretmeniydi. Uçurum Seray’ın ekmeğiydi, aşıydı. Nasıl ki bir lokma ağızda çiğnendiğinde güçsüz vücuda kan veriyor, can oluyorsa, işte bu uçurumu arşınladığında o da baştan aşağı öylesine bir güçle donanıyordu.
Biraz bu eşsiz fonu, doğanın senfonisini dinledikten sonra eve dönmeye karar verdi. Yürürken en sevdiği şey içsel muhasebe yapmaktı. Uçurumun yankısını düşündü. Nefes alarak ciğerlerini havayla doldurdu. Rüzgârdan kurumuş, kiraz rengi kanamaya yüz tutmuş dudaklarını birleştirerek, ses tellerini titreştirerek seslenmişti uçuruma. Bütün bu zahmetlere katlanarak evrenin, uçurumun sesini duyabilmişti. Duyduğu ses evrenin miydi? Yoksa duyduğu bu sesin kendi sesi olduğuna ikna olmak mı gerekliydi? Tekrar düşündü. Evren, insanın ta kendisiydi. Seray’ın zihninde beliren düşünceler net değildi. Ancak zihninde net olmayan mutluluk cümbüşleri taşıması, zihninin en yegâne göreviydi. Bu mutluluk cümbüşlerinin ve düşüncelerin ilk olarak belirdiği yerdi zihin. Sonrasında dönerek sarmaya başlardı ruhu bunlar. Dönüşün açığa çıkardı enerji vücut bulurdu ruhta. Yavaş yavaş netleşmeye başlayan mutluluk evreni saracak gibi olurdu.
Hava serinlemeye başlarken eve vardı. Kardeşi, o dönene kadar çalı çırpı, kozalak toplamıştı ormandan. Küçüğün yorulduğu gözlerinden belliydi. Onun vücudundaki kan, gözaltlarına uğramadan yolculuğunu tamamlamıştı. Dudakları kurumuş, güneşle daima barış halinde olan çilleri, öne çıkmak istercesine “Ben buradayım.” diye bağırıyorlardı. Çillere mukabil güneşe karşı savaş halinde olan yüzü ise savaştan darbeler almış, yaralanmış savaş gazisini andırıyordu. Ninesi izin verse bulduğu böcekleri evlerine getirip onları beslemeyi, onlarla sohbet etmeyi çok istiyordu Ufuk.
Hayret edilesi yanları vardı böceklerin Ufuk’a göre. Her gün bir şeyler yapacak, bir yerlerde dolaşacak gücü; istikrarlarını kaybetseler bile tekrar nasıl toparlayabildiklerini merak ediyordu. İçgüdü böceklerin içinde var olan mutlak bir dengeydi. Bu dengeyi kabullenip o gün, dalları yere sarkan söğüt ağacına tırmanması gerektiğini biliyorlardı böcekler. Veyahut açık bir pencere yakaladı mı sessizce pencereden içeri girip tatlı kanı bulmayı biliyorlardı. Çeşitli kalıntıların içinde sürüncemeli bir hayatı kabullenmiş olanları ise böcekliğine böceklik katıyordu. Kimisinin yağmurdan koruyan bir aba giymişçesine parlayan renkleri asil görünüyordu. Hele o antenler; onlara yön tayin eden o ince, narin yapılar yok mu? Bir uğur, şans sebebi olmayı, çalışkanlığıyla bereket timsali olmayı biliyordu sanki böcekler. Böcekleri seviyordu Ufuk. Ninesi de seviyordu. Yetişkinlerin planına, çocukların uyması gerektiği kuralı rezalet bir şeydi. Çocuğa kendince ikna edici bir konuşma yapmıştı ninesi:
– Böcekleri daima yanında taşımak istiyorsan onların resmini çizebilirsin.
Parmaklarının arasında dolaşan küçücük, pıtırcık ayakların her dokunuşu ruhunda piyano çaldırıyordu Ufuk’un. Çizmeye pek ikna olmadı. Hem daha önce çizdiği pek bir şey de yoktu. Çatısından duman çıkan patikalı bir ev, birkaç ağaç, dağlar ve güneş işte… Yine böcekleri görecekti, fakat “Yatmadan biraz önce görmek daha gerçekçi rüyalar, hayaller görebilmemi sağlar.” diye düşündü. Ablasının da ısrarı üzerine ve biraz da çillerini sulayarak bittabi böcekleri kavanoza koymayacak, onların resmini çizecekti. Bu ikna olmuşlukla ormandan topladığı çalı çırpıları yağmur değmeyecek şekilde balkon altı kuytu bir yere yerleştirdi. Üstünü eski bir kilimle örtüp kilimin uçmaması için üzerine taş koydu. Taşları koyarken bir masallarda sözü geçen yırtıcı canavar gibi ses çıkarıyor, küçük bedeninin ne kadar güçlü olduğunu bağırıyordu. Ablasının yaptığı fırını kurumaya bıraktılar. İki kardeş epey yorulmuşlardı, eve çekilip güzel bir yemek yiyip ardından dinlenmek istediler.
Ninelerinin titiz, her şeye yetişmeye çalışan güçlü ve çalışkan bir kadın olması çocukları da güçlü kılıyordu. Nazmiye nine sobalarının kovalarını doldurup hazırda bekletmeyi severdi. Kış günlerinin yaklaşmaya başladığı bu coğrafyada soğuk insanın yüzünü acı acı çiziktirirdi. Gülmeye dursun insanlar yanaklardaki o çatlaklar, yaralar daha da açılırdı. Soğuk bölgelerde, yüksek yerlerde yaşayan bu insanlar gülmediğinde onların sert mizaçlı olduğu safsatası alınlarına yapıştırılırdı hemencecik. Oysaki insanoğlunun hayatta ne kadar zorluk çekse de vazgeçmeyip acısını en aza indirgeme gibi mücadeleci bir tavır sergilediğini unuturlardı. Gülmemeleri bundandı. İlkbahar geldikçe karların erimeye başlaması gibi, güleç olmayan yaralı yüzleri de erir giderdi insanlardan.
Nazmiye nine renkli, plastik, yakıldığında çabucak sönmeyen farglas parçalarını, sobadaki kömür ve odunları tutuşturmak için çakmakla yaktı. Sobanın üstüne kaynaması için su dolu iki bakır güğümü koyuverdi. Sonrasında evlerinin üst katındaki kilerden patatesleri aldı ve sobanın fırınına sürdü. Sular kaynamıştı. Nazmiye nine gözlüğünün üstünden bakarak Ufuk’a:
-Marş, marş banyoya! Seni haylaz! Bana öyle bakma, böceklerin yüzünden girdiğin şu hâle bak. Üstündeki tozlu kıyafetlerini çıkar biraz sonra suyu ılıştırıp geliyorum.
Ufuk, küçük olmasına rağmen yorulmuşluk onda çok güzel duruyordu. Bu yorulmuşluğun sonunda başına gelecekleri bilmesi onu çok önceden mutlu kılıyordu. Gözüne kaçan sabun köpüğünü bol su ile yıkadı. Ninesi; yeşil renkli kovadaki son suyu kafasından aşağı dökerken, kendi ellerini saçına sürterek son kez arındı bugünden. Kardeşlerin ikisi de banyodan sonra rahatlamıştı.
Karınları iyice acıkmışken ve rahatlamışken artık yemek yiyebilirlerdi. Sobadaki patatesin kokusunu herkes farklı duyumsardı. Bu patatesler yaşı küçük, bedeni yorgunlar için daha közlü, lezzetli kokardı. Ayrıca daha fazla tuzlanmaya ihtiyaç duyulurdu küçükler tarafından. Narin küçük eller patateslerin sıcaklığını çok daha çabuk alırdı. Gençler için ise kararınca yenilebilecek kadar lezzetliydi patatesler. Ve eğer çok fazla yenmeyecekse aralarında daha küçük yaşta olan varsa kalan patates payı ona verilecek kadar yense yeterdi bile. Hele bir de yaşlılar için patatesler, anılar demekti. Çuval çuval anılar… Elleri, yakıcı sıcaklığa çok da yabancı olmayan yaşlılar, patates yeme konusunda ustaydılar. Yaş ilerleyince lezzet tuzdan değil anılardan gelirdi. Tuzdan feragat edilmesinin bir diğer nedeni de tabii yaşlılıktı. Yüzdeki kırışıkların oluşmasında patatesi yerken oluşan ağız hareketlerinin de etkisi vardı.
Patatesleri her pazar günü; şehirden, kalabalıklar arasından sıyırarak getiren kır saçlı, sakallı, esmer, yeşil gözlü, yaşlı bir adamdı. İşini yaparken giydiği mavi kareli kadife gömleğinin sol omzu, patates çuvalı taşımaktan daha da eskimiş görünüyordu. Sol omzu bu yükü taşımaya alışmıştı fakat sağ elinin orta parmağı -her nedense- diğer haftalardan farklı olarak sargı beziyle sarılıydı. Bu nedenle sol ele birkaç haftalığına daha güçlü olmak düşüyordu. Koyu mavi renk kamyonetiyle uzun yollar katederek bu köye geliyor, patatesleri sahiplerine teslim ediyordu. Nazmiye nine bu adamın çalışkanlığında, bitmez tükenmez enerjisinde duygularını bastırmış olmanın verdiği huzuru sezinliyordu. Aynı zamanda duygularından kaçtığı için de olduğundan çok daha tükenmiş, yaşlı görünüyordu. Ah bu insanoğlu; varlığında zıtlıkları barındırmadan edemeyen, varlığını bu zıtlıklarla inşa eden varlık. Kendini anlamaktan yoksun en çok. Bu yoksunlukla üstelik başka benlikleri anlamaya çabalayan varlık. Bedenen yorulmuşluğu zihnen yorulmuşluğa tercih ediyordu bu adam.
Etrafına bakınmayı ihmal etmezdi yaşlı adam. Patates istemeye çalışan utangaç sesler arardı. Kurak olan ve tarım arazilerinin geniş yer kapladığı bu coğrafyada; su, patates yetiştirmek için elzemdi. Bir kadının sıkılgan bir şekilde el ettiğini gördü. Belki de sıkılganlığının bir nedeni; köylerinin, eski zamanlardaki iklimine susamış olmasıydı. Bu kadının, geçen hafta samimi bir şekilde sohbet ettiği adamın eşi olduğunu anımsadı. Bu kadın Nazmiye ninelerin komşusuydu. Ev sessiz sedasızdı. Aynı zamanda evin neşesi, siyah kıvırcık saçları olan kız çocuğu Aylin de ortalıkta görünmüyordu. Güzel hisler, insanın gönlüne dokunan masum duygular, unutma eyleminin üstüne mil çekiyordu. Küçük kız, bu nedenle silinmemişti yaşlı adamın zihninden. Onun saçtığı neşenin yerini annenin hüznü kaplamıştı. Kadın bir hayli yorgun görünüyordu.
Yaşlı adam, sorup sormama arasında gidip gelirken Aylin’in ve babasının nasıl olduklarını, neden burada olmadıklarını sordu. Aylin’ in hasta olduğunu, babasının onu şehre, hastaneye götürdüğünü söyledi kadın. Adam şaşkınlıkla karşıladı, iyi dileklerde bulundu ve “Şehre giderken onlara götürmemi istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu. Kadın bu teklifi hâlihazırda bekliyormuşçasına içeriden yazdığı mektubu getirdi, tutuşturuverdi adamın eline. Yaşlı adam; kadının sıkılganlığının, iletişimsizlikten, haber alamamadan, duygularını yazdığı saman kâğıttaki kelimelerin; okunacak bir gözden, kımıldayan bir dudaktan mahrum kalmış olmasından ve sözcüklerin ortalıkta savruluşundan kaynaklandığını anladı. Adam mektubu ileteceğini söyledi.
Bu süreçte kadın tarlaya gidip geliyor aynı zamanda küçük bebeğini avutmanın yollarını arıyordu. Nazmiye ninenin yumakları, bu sefer bu kadının zihnindeydi sanki. Kadınların bin parçaya bölünmesi sık rastlanan bir denklemdi bu coğrafyada. Acılarıyla baş etmenin yollarını aramadan meşgul olurlardı. Hayatın akışına kapılma sayılmazdı yaptıkları bu kadınların. Ama devam etmenin ve durmamanın verdiği inançla meşguliyetlerinin içindeki gizli şifayı bulma yolculuğuna çıkarlardı fark etmeden. Ya da yaşayacağı acıları vakti gelmeden önceleyip, bu acıyı toprakla uğraşarak nötrlemek isterlerdi.
Nazmiye nine, Ufuk’un topladığı çalı çırpıları alıp kuruyan fırının ateşini yaktı. Yoğurduğu hamuru pazılara ayırıp eliyle açtı ve fırında pişirdi. Ufuk, Aylin’in annesine yardım etmek amacıyla tarlaya gidecekti ablasıyla birlikte. Böceklerin resmini çizmeye karar verdiğinden beri epey yol katetmişti bu konuda. Çizimlerini ve kalemini de alıp tam çıkarken ninesiyle dış kapıda çarpıştı Ufuk. Kâğıtlar yerlere serildi. O sırada köyde biraz satış yapmış olan patatesçi yaşlı adam geldi. Ninenin ve Ufuk’un kâğıtları toplamalarına yardım ettikten sonra, son kâğıdı yerden aldı ve boynunda asılı olan yakın gözlüğünü gözüne takıp çizimi dikkatlice inceledi. Çok beğenmişti çizimleri. Tarlada yeni böcekler görünce onlarında resmini çizecekti kâğıda Ufuk. Ufuk’un böcekleri görebileceği her yerde, kalemi ve kâğıdı eksik olmazdı. Ninesi çocuğun böceklere olan ilgisinden bahsedince yaşlı adamın, bu çocuk için de bir şeyler yapmak geldi içinden. Adam, Aylin ve babasını ziyaret edeceğinden bahsetti biraz da. Nazmiye nine, yaşlı adamın eline bir şeyler uzattı. Ne olduğunu anlayamadı yaşlı adam. Nazmiye nine adamın konuşmasına izin vermeden konuştu:
-Kareli kırmızı bezlerin içinde gazeteye sarılı ikişer tane ekmek var.
Aylin ve babasına gazeteye sarılı bezlerden birini götürmesini istedi adamdan. Adam bu kadınla ilgili bir şeyler biliyordu önceden. Nazmiye nine; eşini, henüz çocuğu küçükken kaybetmişti. Gelini ve oğlu ise bu dünyaya, iki meleği -Seray ve Ufuk’u- bırakıp gitmişlerdi. Nazmiye nine tekrar ekledi:
-Artık malum yaşlandım. Ekmeklerimi çok az kişi yiyebiliyor. Gazeteye sarılı bezlerden biri sizin için.
Adam kıpkırmızı oldu. Ne diyeceğini bilemeden teşekkür etti. Sonrasında “Emanetinizi ulaştıracağım.” demekle yetindi. Ufuk’un kâğıdını yakalamak üzere yere indirdiği patates dolu poşeti yerden alıp Nazmiye nineye uzattı. Nazmiye nine; adama, patateslerin ücretini ödedi. Ve sonra yaşlı adam kamyonetine doğru giderken üşüyen ellerini yanaklarına götürüp bastırdı onların rengini biraz açmak istercesine. Nehri, köprü aracılığıyla geçti kamyonetiyle. Köprünün ayağına doğru yöneldi ve temkinli olmak üzere sağlam bir taşa basıp, avucuna nehrin suyundan doldurup yüzüne çarptı suyu.
Yaşlı patatesçi evine vardığında hava kararmıştı. Kalan patatesleri başka köylere satmak amacıyla kamyonetinden indirip daha güvenli ve kuru bir yer olan kömürlüğe koydu. Daha sonra eve girdi. Gazeteye sarılı ekmek paketlerinden birini dolaba koydu bayatlamasınlar diye. Diğer paketi yemek üzere masasının üzerine bıraktı. Sabahleyin ilk işi, arabasına atlayıp hastaneye gitmek olacaktı. Nazmiye Hanım’ın ona verdiği ekmekleri, dünden kalan barbunya pilaki ve pirinç pilavıyla birlikte yemeye koyuldu. Ayva hoşafının kırmızılığına büyülenerek baktı. Berrak bir kırmızılıktaydı hoşaf. İç ferahlatan kokusunu duyumsayarak bir yudum içti. Bu lezzet ve koku, içinde umut filizinin yeşermesini sağladı. Ve birden eline ekmekten bir parça aldı ve hoşafın suyuna batırıp ağzına attı.
Bu ekmeklerin, evinde piştiğini hayal etti. Bu masanın bu ekmekleri hazırlayan yorgun, becerikli eller tarafından hazırlandığını hayal etti. Düşüncesinde sadece eller netti. O eli tamamlayan kalp, yüz ve diğer tamamlayıcı uzuvlar muğlaktı. Elbette ki uzun yıllar yalnız yaşadığı süre boyunca yemeklerini kendi hazırlamıştı. Sadece önceden düşünülmüş olmak, son dakikalara sığdırılmamış sahte olmayan düşünülmüşlükle donanmak istedi. Uzunca süredir bu duyguyu tatmamıştı. Bu düşüncenin zihninde belirmesinde önce kendini düşünmüş olmanın verdiği üstünlük ve güven vardı.
Yaşamını idame ettirebilmek için köylere uğradı, sanki bu ekmekleri yiyebilmek için patates satmak ona aracı kılınmıştı. Yaşamda derin düşüncelere daldı mı insan, çoğu zaman işin içinden çıkılmaz bir hâl alırdı her şey. Her şeyin nedenini kavramak, anlamak, hatta tanrısallaşmak isterdi çıkar yol bulmak için insan. Yaşanılanların nedenini kavramak isteyen insan, başına gelen olayları ancak sonuçlarından kavrayabiliyordu. Bu nedenle çoğu zaman tanrısallaşma isteği eriyip gidiyordu.
Yalnız yaşayan bir insan için düşüncelere kapılıp gitmenin, bulaşıkları yıkayıp kaldırmak kadar sıradanlaştığı vakit, aklına böcekleri seven çocuk geldi. Hava iyice kararmış ve soğumuştu. Üstüne kahverengi, deri, içi yünlü ceketini aldı. Ceketin patatesçiyle uzunca vakit geçirdiği, derinin parça parça olup artık ceketten ve patatesçiden ayrılmak isteyişinden açıkça belli oluyordu. Kahverengi ve mavi çizgili patikleri geçirdiği ayaklarına, kara lastiklerini giydi. El fenerini de alarak kömürlüğe gitti. Aradığı eski ahşap bir sandıktı. Uzunca süredir bu kömürlüğün dağınıklığını düzenlemeyi düşünürken, sandığın tahtaların altında kalmış olabileceğini anladı. Tahtaları kaldırırken toz duman oldu kömürlük. El fenerinin ışık hüzmesine dikkatli bakınca öksürüğünün ve burun akıntısının nedeni açıkça belli oluyordu. Nihayet sandığı bulduktan sonra açma girişiminde bulunacakken demir kilidin paslandığını fark etti. Biraz zorlansa da açmayı başardı. İçinde ansiklopediler vardı. Ufuk’un çizdiği böcekler hakkında bilgi edinmesi içindi bu ansiklopediler. Böceksever çocuğa götürmek üzere poşete koydu. Yaşlı adam, yaşadığı duygu karmaşası nedeniyle bir hayli yorulmuştu. Sabah hastaneye gitmek üzere uykuya daldı.
Sabah hastaneye gittiğinde aradığı kişilerin ismini danışmada oturan hanımefendiye söyleyerek hangi bölümde, kaçıncı katta olduklarını sordu. Gelen giden hastaların, hasta yakınlarının ruh haline olan aşinalığı nedeniyle monotonlaşan bir ruh hali vardı. Ruhunu yitirmişti sanki bu kadın ya da tümüyle bir ruhtan ibaretti. Hayalet gibi olan kadın cevap verdi:
-Cesaret bölümü, yedinci kat, altı yüz otuz iki numaralı oda. Şu an ziyarete açık.
Aylin’in hastanede tedavi gördüğü bölümü duyunca dizlerinden aşağısı tüm bedeninden ayrılmak istiyorcasına titredi. Yaşlı adamdan önce, dizler kabullenemedi bu durumu. Bilinmedik bir hastalık değildi bu yaşlı adam tarafından. Aksine bilmesi çok daha fazla korkutuyordu onu. Dünyadan ayrılan eşi de bu hastalığa tutulmuştu. Asansörlere doğru yürürken vazgeçti ve merdivenlere doğru yöneldi. Merdivenlerden çıkarken düşünmek için daha uzun süre vakti olacaktı.
Cesarete girişilmesi; cansız, yorgun ve kırgın bir ruh için çoğu zaman öldürücüydü. Bu yüzyılda sık rastlanır bir hastalıktı bu. Çoğu kişi başlarına gelmeden bilemezdi nasıl bir hastalık olduğunu bunun hatta isimlerinden bile haberleri yoktu insanların. Bir anda gelişebilirdi tabii fakat birikimsel olarak ilerlediğinde sinsice ilerler ve kendini fark ettirmezdi cesaret hastalığı.
Farklı alanlarda gösterilen cesaret, insanı hasta edebiliyordu. Bazen öğrenme, sevme, yalnız kalma, konuşma, paylaşma cesareti oluyordu bu cesaretler. Mesela öğrenme cesareti gösterdiğinizde, dışarıdan deneyimli birinin bildiklerinden istifade edebilmek gerekli olabiliyordu. Deneyimli kişinin donanımını paylaşmak istememe duvarına çarpıp ağır bir darbe alabiliyordunuz. Sevme cesareti gösterdiğinizde, karşılıklı sevme yarışı başlıyordu ve dahalar, daha fazlalar sevmenin rengini bozuyordu. Dengeden uzaklaşan sevme cesaretinin oluşturduğu renk bozulumu, ruhun kemiklerini kırıyordu. Yani ruhun dik bir şekilde ayakta kalmasını sağlayan ruh kemiklerini… Ya da gerçekten yalnız kalma cesareti göstermeye çalışma durumlarında, etraftaki kalabalıklar kişinin kendi olabilmesi için gereken zamanı bölüyordu. Cesaretin boşa çıkması söz konusuydu bu durumda ve yine insan ruhu darbeler alıyordu böylece. Konuşma cesareti göstermeniz gereken yerlerde araya sıkıştırılmaya çalışan başka sözcükler bencilce var oluyordu bazen. Anlatmaya yeltenemeyen birçok insan oluyordu sırf bu yüzden. Bir kere bile durup dinlenmemiş, fikri sorulmamış konuşma cesareti perçinlenmeye çalışılmış birçok insan… Ölüm sebebi, kâğıda cesaretin kırıcılığı diye kaydediliyordu. Ve tabi paylaşma cesareti; birçok öldürücü cesaret türünü kapsayıcı olanı da buydu. İyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, hissetmeyi ve hissizliği, birçok zıtlıkla var olan dengeyi paylaşmayı içeren cesarete yenik düşüldü mü en yaralayıcı ve ızdıraplı olanı bu tür oluyordu.
Ruhun nüvesini kavrayabilmek; görünmeyeni, görmesi zor olanı, görme uğruna savaşlara kalkışmakla olur diye düşündü yaşlı adam. Birçok insanın ruhunun, dirayet kazanması sağlanabilirdi belki böylece. Fark ederek bunları… Cesaret hastalığına karşı dirayet kazanılabilmesine öncü olan biri; fiziksel görünüşe, gülümsemeye, bilgiye, sert duruşa, enerjiye aldırmadan karşıdaki ruhu sorgulamalıydı. Hazine ararcasına, günlük hayatta karşılaştığımız insanlarla, cesaretlerini fark ederek iletişim kurmalıydı. Biliyordu, insan insanı hasta ederdi ama insan insanı iyileştirebilirdi de.
Bunları düşünerek yedinci kata geldi yaşlı adam. Odayı buldu, mavi çarşaflı üç yatak bulunuyordu odada. Aylin’in babası yataktan kalktı. Yaşlı adamı görünce o kadar şaşırdı ki yatağın altına kaymış olan ayakkabılarını bulurken sendeledi. Patatesçi yaşlı adam, Nazmiye ninenin yaptığı ekmekleri uzatarak çok geçmiş olsun dedi. Aylin, iyi görünmüyordu, kendinde değil gibiydi. Ten rengi olduğundan daha koyu, siyah canlı kıvırcık saçları birbirine dolanmış ve cansızlaşmıştı. Aylin yarı uykulu halde bilinci tam yerinde olmayarak yarı açık gözleriyle yaşlı adama baktı. Sonra Aylin’in babası yaşlı adama göz işareti yaparak “Koridora çıkalım.” dedi. Yaşlı adam; Aylin’in annesinin ona verdiği mektubu anımsadı ve Aylin’in babasına bu mektubu uzattı. Zarfın içini açtı ve mektubu içinden alıp okumaya koyuldu.
“Can eşim, siz gittiğinizden beri gözüme uyku girmiyor. Aylin’im evden ayrılırken iyileşeceğinden emin olarak yolcu ettim sizi. Sizi çok özlüyorum ve size çok dua ediyorum. Neden böyle olmuş Aylin’im diye düşünüyordum, başlarda aklımın ucuna hiçbir şey gelmiyordu inan. Anlamaya çalışmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Sonradan anlamak düştü yüreğime. Onun hayal edebilme cesaretini kırdık sanıyorum. Aylin’im ayağa kalktığında onunla daha çok vakit geçirip onu daha çok anlamaya çalışacağım.
Keşke Ufuk’la birlikte böceklerle ilgilenmesine izin verseydik. İnsan bazen bilmiyor, bilemiyor. Bir çocuğun dünyasında neler olup bitebiliyor anlayamıyor insan. Ama geç de olsa anladığım şu ki çocukların ilgi alanı dâhilinde yönlendirilmesi gerektiği canım. Zihninde ve ruhunda bir hayali büyüten çocuklarımızın fikirlerini önemsemeli, onları dünyalarında yalnız bırakmamalıyız.
Ufuk ve ablası Seray da siz gittiğinizden beri tarlaya geliyor, bana yardım ediyorlar. Ufuk’un gözlerindeki ışığı görmelisin, böcekleri hapsetmiyor ama onlara ilgiyle bakıyor, böceklerin; onun zihninde oluşturduğu âlemi kâğıtlara resmediyor. Nazmiye ninesi ona böyle söylemiş.
Çocukların iç dünyalarını anlamanın bir yolu da sanırım onların yazdıklarını, çizdiklerini, söylediklerini okuyabilmekten geçiyor. Kızımıza şu dizeyi tekrarlamanı istiyorum, bunu oku ki onu geç de olsa fark edebildiğimizi, ona değer verdiğimizi çocuk ruhu anlasın, çiçek açsın.
Anlıyorum seni ve fark ediyorum cesaretini,
Böceklerle doldurduğun koca dünyanı ve küçük kalbini
Senin en büyük deneyimin, hayret dolu gözlerin
Üzüntünü gizleyemezsin, çocuksun sen ’’
Aylin’in babası gözünden yaşlar süzülerek yaşlı adamdan kâğıdı tutmasını istedi. Bu sırada yaşlı adamın gözleri kâğıttaki dizelere ilişti. O da kendini tutamayıp ağladı. Babası, kızının başına geçerek ezberine hızla aldığı dizeleri, yavaşça fısıldadı kulağına. Aylin kımıldamaya başlıyor, babası ise tekrarlıyordu dizeleri. Aylin babasının sakallarını sevmeye başlamıştı bilinçsiz bir gülümsemeyle. Baba; kızının elini, avucuna alarak öptü koklayarak. Büyük bir umutla tekrar ediyordu yine dizeleri. Aylin’in gözleri yavaşça açılmaya başlıyordu. Bir ninni gibi ahenk katarak söylemeye başladı bekleyiş içindeki baba. Ahenk ve ritim barındıran bu dizeler Aylin’in aklına, ruhuna çok daha çabuk işledi. Küçük kız bir müddet sonra uyandı, gözleri eskisi gibi parlaktı ve saçları adeta dans ederek gülümsedi. Epey karnı acıkmıştı hastane yemekleriyle birlikte yaşlı patatesçinin getirdiği ekmekleri yedi. Babasının mutluluktan iştahı kesilmişti. Aylin yedikçe, canlandıkça, neşe buldukça babasının kalbi daha hızlı çarpıyordu.
Doktorlar bu ani iyileşmeyi yadırgamadı. Aksine bu küçük kızın neşesine ortak oldular. Aylin ikram etti ekmeklerden onlarda yedi. Gün sonu yaşlı adamla birlikte köylerine döndüler. Annesi, doyasıya sarıldı Aylin’e. Ufuk, Aylin’i gördüğüne ve artık böceklerin resmini beraber çizeceklerine sevindi. Yaşlı patatesçi, kömürlüğündeki sandığından çıkardığı ansiklopedileri çocuklara verdi. Bu onlar için paha biçilemez bir hediyeydi. Çocuklar hayal kurmaya devam ettiler, en güzel bilgilerle donanacak ve çizdikleri resimlerle ilerde bir sergi açacaklardı. Çizdikleri resimlerin altına bu ansiklopedilerden değerli bilgiler iliştireceklerdi.
Yaşlı adamın getirdiği diğer bir hediye de çok kıymetliydi. Yaşlı patatesçi, kızaran yüzünü serinletmek için kamyonetini nehir kenarında durdurduğu vakit bir istiridye fark etmişti. Nehirden bulduğu istiridyeyi açtığında ise içine gizlenmiş parlaklığı göz kamaştıran mor inciyi görmüştü. Bu inciyi almıştı ve hastaneye giderken bir kuyumcudan bir incili yüzük yapmasını istemişti. Dönüşte mor incili yüzüğü de alarak hep birlikte köye gelmişlerdi. Yaşlı adam, ceketinin sol cebinden yüzüğü çıkardı ve Nazmiye nineye uzattı. Nazmiye nine şaşkınlığını gizleyemeyerek heyecanla kabul etti yüzüğü. Nine torunlarına sarıldı, sevgi yumakları daha da büyüdü. Bu mutluluğu patates yiyerek hep birlikte kutladılar.
Ayşe Vural